Ehl-i İbâhenin Yanlış ve Cahillik Yolları

Ehl-i İbâhenin Yanlış ve Cahillik Yolları

indirHer şeye mubah diyenler, Allahü Teâlâ’nın çizdiği huduttan çıktılar. Yanılmaları ve cahillikleri yedi sebepten oldu.

BİRİNCİ SEBEP: Allahü Teâlâ’ya iman etmeyen bir grubun cahilliğidir. Çünkü O’nu hayâl ve vehim hazinesinde aradılar. O’nun nasıl ve ne gibi olduğunu araştırdılar. Bulamayınca inkâr ettiler ve işlerin oluşunu yıldızlara ve tabiata havale ettiler, insanlar, diğer hayvanlar, hikmet ve nizamla dolu bu şaşılacak âlemin kendiliğinden meydana geldiğini, yahut daima var olduğunu veya kendinden haberi olmayan tabii bir şey olmayacağını zannettiler. Bu kimse, yazılmış güzel bir yazıyı görünce, bunun kudretli, âlim ve irâde sahibi bir kâtib olmaksızın, kendiliğinden yazıldığını veya hep bu şekilde yazılmış bulunduğunu sanan kimse gibidir. Körlüğü bu dereceye gelen kimse, hâdiseleri yanlış açıdan görür! Tabiiyyecilerin ve müneccimlerin yanılma sebeplerine daha evvel işaret eyledik.

İKİNCİ SEBEP: Ahireti anlayamayan bir grubun cahilliğidir. İnsanın nebat [bitkil ve diğer hayvanlar gibi olduğunu, ölünce yok olacağını, ona azab, eziyet, mükâfat olmayacağını zannettiler. Bunun sebebi kendini tanıyamamasıdır. Zira kendi hakkında bilgisi, eşek, öküz ve ağaç kadardır. İnsanın hakikati olan ruhu bilmiyor. Ruh ebedîdir, asla ölmez. Fakat vücud ondan alınır, buna ölüm denir. Bunun esası dördüncü unvanda anlatılacaktır.

ÜÇÜNCÜ SEBEP: Allahü Teâlâ’ya, ve âhirete iman edip, imanı zayıf olan bir grubun cahilliğidir. Şeriatın mânâsını anlayamamışlardır. «Allahü Teâlâ’nın bizim ibadetlerimize ne ihtiyacı ve ne de günahlarımızın ona ziyanı vardır. Zira O hakîm-i mutlaktır, insanların ibadetine ihtiyacı yoktur. O’nun indinde ibadetle günah aynıdır» derler.

Bu cahiller Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulduğunu da görürler: «Nefsini tezkiye eden, elbette kendisi için tezkiye etmiştir» (1). «Mücâhede eden, elbette kendisi için mücâhede etmiştir» (2). «İyilik yapan kendisi için yapmıştır» (3). Bu zavallı, şeriatı bilmeyen bir kimsedir. Şeriatın mânâsını, kendisi için değil, Allahü Teâlâ için iş yapmak olarak anlıyor. Bu şuna benzer ki, hasta perhiz etmez ve «Sözünü dinlerim yahut dinlemem, hekim de ne oluyor?» der. Bu söz doğrudur, fakat o kimse ölür. Hekime ihtiyacı sebebi ile değil, perhiz etmemek, onu helake götürmüştür. Hekim ona sadece yol göstermiştir. Onun ölümü hekime ne ziyan verir ki! Bedenin hastalığı bu dünyada helake götürdüğü gibi, kalbin hastalığı da öbür dünyada helakine sebep olur! İlâç ve perhiz bedenin sıhhatine sebep olduğu gibi, tâat, marifet ve günahlardan sakınma da kalbin sıhhat ve selâmetine sebeptir. Hususan âyet-i kerimede. «Allah’ın huzuruna, kalb-i selim ile gelenlerden başkası kurtulamayacaktır» (4), buyuruldu.

DÖRDÜNCÜ SEBEP: Şeriatı, yukardaki sebepten başka bir sebeple anlayamayanların cahilliğidir. «Şerîat, kalbi; şehvetten, kızgınlıktan ve gösterişten temizleyin» diye emrediyor. Bu ise mümkün değildir. Çünkü, insan bunlardan yaratılmıştır. Bu, bir kimsenin siyah bir bezi beyaz yapmak istemesine benzer. O hâlde, «Bu istekle meşgul olmak muhaldir!» derler. Bu ahmaklar, şerîatin böyle emretmediğini, bilâkis kızgınlığı ve şehveti terbiye etmeyi emrettiğini bilmiyorlar. Bu kızgınlık ve şehveti o şekilde kullanmak lâzımdır ki, şeriata ve akla hükmetmesin, itaatsizlikte bulunmasın, şeriatin hududunu muhafaza etsin ve küçük günahlarının affedilmesi ve bağışlanması için büyük günahlara yanaşmasın. Bu mümkündür. Birçok kimse buna nail olmuştur.

Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) «Kızgınlık ve şehvet lâzım değildir» buyurmadı. Kendilerinin dokuz hanımı var. Buyurdu ki: «Ben insanım, insanlar gibi ben de kızarım» (5). Allahü Teâlâ, «Gazabını, kızgınlığını yenenler ve insanlardan sâdır olanları afv edenler» (6) âyet-i kerimesi ile kendisinde kızgınlık olmayanları değil, kızgınlığını yenenleri medh ediyor.

BEŞİNCİ SEBEP: Allahü Teâlâ’nın sıfatlarını anlayamayanların cahilliğidir. «Allahü Teâlâ Rahim ve Kerimdir. Hangi şekilde olursa olsun bize merhamet eyler», derler. Kerîm olduğu gibi şiddetli azab edici olduğunu bilmiyorlar. Rahim ve Kerim olduğu hâlde, birçok insanı bu dünyada belâ, hastalık ve açlık içinde bulundurduğunu görmüyorlar. Yine görmüyorlar ki, ziraat ve ticaretle uğraşmayınca mala kavuşamıyorlar, gayret sarfetmeyince ilim öğrenemiyorlar. Fakat, dünya isteklerinde kusur etmiyorlar ve Allah Kerim’dir, Rahim’dir, ticaret ve ziraat ile meşgul olmaksızın rızkımızı verir demiyorlar. Halbuki Allahü Teâlâ, rızkı kendi üzerine almıştır.

Bahusus âyet-i kerimede, «Yeryüzünde, rızkı Allah üzerinde olmayan bir canlı yoktur» (7). buyurulmuştur. Ahiret işini amellere havale edip buyuruyor ki: «İnsan için çalışıp kazandığından başka bir şey yoktur» (8). O’nun keremine iman etmedikleri için dünyadan ve rızık aramaktan vazgeçmiyorlar. Ahiret için söyleneni de dilden bırakmıyorlar. Bu ise şeytanın telkinidir ve asılsızdır.

ALTINCI SEBEP: Mağrur olanların cahilliğidir. «Biz öyle bir makama ulaştık ki, günah bize zarar vermez. Bizim dinimiz büyük havuz olmuştur, necis olmaz», derler. Bu ahmakların pek çoğu o kadar basittirler ki, eğer bir kimse, onları küçük düşüren bir söz söylese ve gururlarını kırsa, hayatları boyunca ona düşman kesilirler, onların istediği bir lokmayı onlara vermese, dünya kendilerine dar ve zindan olur. İnsanlıkta, daha büyük havuz mevkiine erişemeyen ve yaptıklarından sıkılmayan bu aptalların bu büyüklük dâvaları nasıl doğru olur?

Faraza bu kimse, düşmanlık, şehvet, gösteriş ve kızgınlığın yanına yanaşamadığı bir kimse bile olsa, bu dâvasında mazur sayılmaz. Çünkü onun derecesi peygamberler derecesini geçemez. Halbuki onlar (peygamberler) hata ve kusur işleme korkusundan feryad ederler ve ağlarlardı. Ve özürlerinin kabulüne çalışırlardı! Ashâb-ı kirâm’ın ileri gelenleri küçük günahlardan da kaçınırlardı ve hattâ şüphe korkusuyla helâle bile yanaşmazlardı. O hâlde bu ahmak, şeytanın hilelerine kapılmadığını ve derecesinin peygamberler ve sıddıklar derecesinden üstün olduğunu nereden bilmiştir. Eğer, «Evet; peygamberler böyle idiler. Fakat yaptıklarını insanların selâmeti için yaparlardı» derse, kendisini görenlerin helak olduğunu gördüğü hâlde niçin o da halkın selâmeti için aynı şeyleri yapmıyor. Eğer, halkın helaki bana zarar vermez derse, Peygamberin, (sallâllahü aleyhi ve sellem) bunda niçin ziyanı olsun?

Eğer bunda bir ziyan bulmasaydı kendini takva zorluklarına niçin atar ve sadakadan kendisine verilen bir hurmayı ağzından çıkarıp niçin yemezdi? Yemiş olsaydı, herkese yemesi mubah olan bu hurmadan insanlara ne ziyan gelirdi. Eğer zararı varsa, şarap kadehlerinin bu ahmak’a niçin ziyanı olmasın. Son olarak diyelim ki, onun derecesi peygamberlerin derecesinden yüksek değildir. Yoksa onun yüz kadeh şarabın günahı, Peygamberimizin (aleyhisselâm) sadakadan verilen bir hurmayı yemesi günahından fazla değil midir? Yoksa kendisine verdiği paye sebebiyle, yüz kadeh şarap kendisini ifsâd etmiyor, değiştirmiyor da, Peygamber Efendimize (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir bardak su kâfi görülüp, bir hurma onun hâlini değiştiriyor mu? Bundan anlaşılan, bu kimse yuları şeytanin eline vermiştir. Akıllıların bundan bahsetmesi yahut onunla alay etmeleri, lüzumsuzdur. Cihanın aptalları bile onun hâline gülerler!

Ama, din büyükleri; isteklerini esir etmeyen ve murakabede bulundurmayanların insanlıkla alâkası olmadığını, böyle kimselerin hayvan olduğunu anlayanlardır. O hâlde, bununla insan nefsinin hileci ve aldatıcı olduğu, daima yanlış iddiada bulunduğunu söylemesi ile anlaşılır. Böyle kimseden delil istenir. Onun doğruluğuna, kendi hükmü ile değil, şeriatın hükmü ile elbette bir delil yoktur. Eğer isteyerek bütün varlığını buna veriyorsa doğru söylüyor. Eğer, ruhsat, te’vil ve hile ile şeriatın hükümlerinden ayrılmak istiyorsa, şeytanın kölesi olmuştur. Bununla beraber, velilik dâvasında da bulunmaktadır. Bu delili son nefesine kadar ondan istemek lâzımdır. Yoksa, mağrur ve aldanmış kalıp helak olur. Bedenin şeriata uydurulması, Müslümanlığın birinci derecesidir.

YEDİNCİ SEBEP: Cahillikten değil, gaflet ve şehvetten meydana gelir. Bunlar her şeyi mubah gören gruptur ki, bu şüphelerden geçmişler, hiçbir şey duymaz olmuşlar. Fakat bir kimse bu grubun ibâhet [mübah kılma, serbest bırakma] yolunda gittiklerini, fesat çıkardıklarını, yaldızlı sözler söylediklerini, evliyalık ve tasavvuf iddia ettiklerini, onlara mahsus elbise giydiklerini görür. Onun da tabiatına bu hoş gelir, böylece tabiatına şehvet ve bozukluk hâkim olur. Fesat çıkarmaya razı olmaz ve, «Bana bundan bir ceza gelecektir» demez. Çünkü o zaman o fesat ona acı gelir. Hattâ der ki: «Bu, hiçbir fesat [bozukluk] değildir. Söylenen lâftır ve töhmet altında bırakmaktır». Ama ne töhmetin, ne de lâfın mânâsını bilir. Bu şehvet ve arzularla dolu gafil bir kimsedir. Şeytan onu istediği gibi yapmıştır. Söz ile düzelmez. Çünkü, şüphesi sözle meydana gelmiş değildir.

Bu gibi insanların çoğu, Allahü Teâlâ’nın haklarında şöyle buyurduklarındandır: «Muhakkak ki biz onu (Kur’ân-ı Kerim’i) anlamamaları için kalblerine örtü, kulaklarına ağırlık verdik. Onları doğru yola ve hidâyete çağırsan da asla yola gelmezler» (9). Ve yine Allahü Teâlâ buyuruyor: «Kur’ân-ı Kerîm’den Rabbinin birliğini söylesen, nefret edip, yüz dönüp giderler» (10). O hâlde, onlarla, delil, hüccet getirmekle iş yapmaktansa kılıçla iş yapmak (onları öldürmek) daha iyidir.

Ehl-i ibâhenin yanlışlıkları ve onlara nasihat vermek hakkında bu kadar söz yeter. Bu unvanda bahsedilenlerin sebebi, ya kendini bilmemek, ya Allahü Teâlâ’yı bilmemek, ya şerîat denen, kendinden Allahü Teâlâ’ya giden yolu bilmemektir. Bunun gibi tabiatına, yaratılışına uygun gelen bir işte bilgisizliğin giderilmesi zor olur. Bunun için bir grup insanlar vardır ki, şüphe etmeksizin ibâhet yolunda yürürler ve derler ki; «Biz serbestiz». Onlara, hangi işte serbestsiniz diye sorarsanız, söyleyemezler.

Çünkü onda ne istek var, ne de şüphe. Bunun hâli, hekime gidip hastayım diyen, fakat hastalığını (neresi ağrıdığını) söylemeyen, böylece neresi ağrıdığı belli olmayınca kendisine ilâç yapılamayan hastaya benzer. Ona söylenecek en doğru söz, «Dilediğin gibi yap, fakat sen mahlûksun, seni yaratan âlim ve kaadirdir. Dilediğini yapabilir. Bunda şüphen olmasın» sözüdür. Bu mânâ ona, açıkladığımız şekilde delil göstererek anlatılır.

(1) 35 – Fâtır: 18.
(2) 29 – Ankebût: 6.
(3) 41 – Fussılet: 46.
(4) 26 – Şuarâ: 88-89.
(5) Hm. II, 493.
(6) 3 – Âl-1 İmrân 134.
(7) 11 – Hûd: 6.
(8) 5 – Necm: 39.
(9) 18 – Kehf: 57.
(10 17 – Isrâ: 46.

İmam Gazâli – Kimyâ’yı Saadet

Add a Comment

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir